Türkiye-Ermenistan İlişkilerinde Senkronizasyon Dönemi

[ A+ ] /[ A- ]

Aris NALCI
Agos Gazetesi

Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşme süreci yeni bir döneme girdi. Protokollerin dondurulduğunun açıklanmasından sonra dahi karşılıklı görüşmelerin devam ettiğini göz önünde bulundurursak, artık diplomatik ilişkilerin kurulduğunu tırnak içinde de olsa söylememiz mümkün.

Gelecekte bu süreçte rol alacak olan kurumlar, altyapı oluşturmak için başlattıkları diyalog trafiğiyle bu alanda en etkin rolleri oynuyorlar. Bu kurumların başında gelen GPOT (Global Political Trends Center-Küresel Siyasi Eğilimler Merkezi) adlı düşünce kuruluşu da, karşılıklı projelerle normalleşmeye katkıda bulunmaya çalışıyor. GPOT Başkanı Mensur Akgün ile son üç yıllık dönemde gelinen noktayı değerlendirdik.

• Son üç yılda Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde bir çok şey oldu. Üç yılda nereden nereye geldik?

Tabii ki çok müthiş bir ilerleme kaydedildi. Bunda da her iki cumhurbaşkanını, özellikle de Sarkisyan’ı kutlamak gerek. Eğer karar verip de cumhurbaşkanı Gül’ü davet etmemiş olsaydı, sivil toplum örgütleri olarak biz bir şey başlatamazdık. Siyasiler bizden daha cesur davrandılar. Ama tabii, zemini de sivil toplum örgütlerinin hazırladığını görmeliyiz. Her iki taraftan da buna karşı direnç vardı ve buna rağmen futbol diplomasisi ile süreci başlattılar. 2009 Nisanı’nda protokoller üzerinde anlaşıldığı açıklandı. İki protokol imzalandı. Her iki tarafın da beklentilerini karşılayacak şekilde yazılmış protokollerdi bunlar. Yani, ‘yapıcı muğlaklık’la yazılmış protokoller oldukları için, iki tarafı da zor duruma sokmayan, farklı şekillerde yorumlamalarına yardımcı olan metinler bunlar.

Protokoller hayata geçmedi, çünkü meclis onayından geçmesi gerekiyordu. Her iki taraf da, özellikle Ermenistan protokollerin onaylanması için önemli bir adım attı. Anayasa Mahkemesi’nin desteği gerekiyordu, o destek sağlandı. Türkiye’den gelen açıklama tartışmalıydı. Hem Türkiye’de hem Ermenistan’da yanlış anlaşıldı. Türkiye kayda geçirmek amacıyla “Bu içsel bir prosedürdür, bizi ilgilendirmez, biz muhatap olarak Ermenistan hükümetini biliriz. Önemli olan Ermenistan hükümetinin ne diyeceği ve bunu nasıl cevaplayacağı” dedi. Sonra tabii, Nisan ayı yaklaştıkça soykırım konusunda doğal olarak hem Ermenistan’da hem diasporada birtakım kıpırdanmalar oldu. Ermenistan’da yönetim üzerine baskı yoğunlaşınca, ne yapılması gerektiği gündeme geldi. Bir süre sonra, protokollerin askıya alınmasının şart olduğu gündeme gelindi. Bir ziyaretimiz sırasında, üst düzey bir görevli, bize, eğer Türkiye’den bir açıklama olmazsa, Ermenistan tarafının Obama’yla Sarkisyan’ın yapacağı görüşmeler sırasında protokollerden geri adım atacağını söyledi. Ama o sırada, çok geçmeden, bizim dışişleri bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu Ermenistan’a gitti. Ondan tam önce, Başbakan Erdoğan Paris’te bir açıklama yaparak karşı tarafın kaygılarını tatmin etti ve sürecin ilerlemesini sağladı.

• Peki, şu an itibariyle neredeyiz?

Protokoller askıda, ama ölmüş değil. Bundan sonra yapılacak şey, sanıyorum taraflar arasında büyük ölçüde açıklığa kavuşmuş vaziyette. Geçtiğimiz günlerde buraya gelen bir derneğin grubuyla birlikte yaptığımız ziyaret sırasında, dışişleri müsteşarı bize senkronizasyondan bahsetti. Bu, yeni bir kavram. Çünkü eskiden biz Türkiye-Ermenistan ilişkileri söz konusu olduğunda, Azerbaycan’dan bahsederken, Dağlık Karabağ meselesi ve rayonlar derken, bir ön koşuldan bahsederdik. Sonra bu jeste dönüştü. imdi de senkronizasyona. Senkronizasyon, benim anladığım kadarıyla, bir tarafın illa ki diğer taraftan daha önce adım atması anlamına gelmiyor, ama bir yol haritası üzerinde uzlaşmaları anlamı geliyor. Bu da tabii sevindirici bir şey. Yani Ermenistan, Dağlık Karabağ veya rayonlar konusunda ilerde bir taahhütte bulunacaksa, buna karşılık Türkiye de belki protokoller üstünden harekete geçecek. Eş zamanlı bir ilerleme olacak. Tam eşzamanlı da değil. Sadece ilerlemeleri senkronize etme durumu bu. Bu, eğer gerçekleşecek olursa, çok olumlu bir gelişmedir. İki ülke ilişkilerinin ilerlemesi söz konusu olur ve böylece protokoller meclisten 2011’deki seçimi beklemeden geçer.

• Sürecin dondurulmasının olumlu yanları da olabilir mi?

Kabul edelim ki her iki tarafta da yoğun önyargılar vardı. Türkiye’yi zaten biliyoruz. Bırakın Ermenistan’ı, Ermenilere karşı bir önyargısı var Türkiye’nin. Soykırım dendiği zaman insanlar zannediyorlar ki devletleri soykırımdan suçlu olacak. Komisyon kurulmasını bile, olmayan bir soykırımın Türkiye tarafından kabul ettirilebileceği şeklinde düşünüyor. Aynı kaygılar Ermenistan tarafından farklı bir şekilde var. “Soykırımı inkâr ettirecekler” diye bakıyorlar. Halbuki böyle bir şey söz konusu değil.

Tüm bunların anlaşılması, konuşulması ve insanların önyargılarını aşabilmeleri, siyasilerin de böylece rahat hareket edebilmeleri için, bence böyle bir soluk alma zamanının tanınması gerekiyor. Ancak tabii, bu soluk alma sürecini abartırsak süreç ölür. Siyasi iktidarların ömrü de sonsuz değil. Belli bir zaman dilimi içerisinde bunun yapılması lazım. Yapılabilmesi için de bence sivil toplumlara büyük rol düşüyor.

“Senkronizasyon, iki tarafın da hassasiyetlerini göz önüne alan bir kavram”

• Bu senkronizasyon meselesini de, iki toplumun belli bir yere gelmesi, birbirlerini anlayabilmesi için zaman tanımak anlamında yorumlamak mümkün mü?

Aynen öyle. Ne Türkiye’ye ne Ermenistan’a haksızlık etmemek lazım. Ama ulus kuruluşlarını birbirlerine karşı gerçekleştirmiş olan bu iki ülkeden birinde, “ötekilerinden” bir tanesi Ermenidir. Ermeni retoriği Türkiye’nin ulusal anlatısı içerisinde önemli bir yere sahip. Aynı şey Türk retoriği söz konusu olduğunda Ermenistan içerisinde geçerli. Bunun değiştirilmesi kolay bir şey değil. Yani, insanların akıllarına kazımışlar, ders kitaplarında yazmışlar. Ve bu iki devlet şimdi birbirleriyle ilişkilerini normalleştirecekler. Sınır kapıları açılacak, vesaire… İkincisi,

Türkiye açısından baktığınız zaman, bir sorun var ortada. Bu sorunun çözümü bu değil, ama bir zamanlar ilan etmişsiniz ki, çözüm “Dağlık Karabağ meselesinde Ermenistan’a kapımızı kapatmaktır.” Bunu söylemek de kolay değil. Ama nefes alacak bir zaman, siyasi liderliğe fırsat tanıyacak bir aralık gerekiyordu. Bence protokoller bu aralığı sağladı. Yeter ki üçüncü taraflar bu konuyu yanlış algılamasınlar. Yanlış yöntemler kullanmasınlar. Ve tabii ki hem Ermenistan’daki siyasiler hem Türkiye’dekiler, bu aralığın sonsuz olduğunu düşünmesinler. Bence sıfır sorun politikasını ortaya atmış bir iktidar için, Türkiye’nin en sorunlu komşusu Ermenistan’la –ve en kolay çözülebilecek olan aslında– çözümü ertelemesi bence seçimde bir yük olarak çıkacak karşısına.

Ben iktidarın yerinde olsam, dış politikam bu kadar mercek altındayken, bu kadar fazla suçlanırken, o dış politikanın en önemli sorununu Ermenistan’la olan ilişkileri normalleştirerek çözerdim. Tabii bu ille de Türkiye’nin her türlü fedakârlığı yapması anlamına gelmiyor. Senkronizasyon kavramı iki tarafın da hassasiyetlerini göz önüne alan bir kavram olarak gözüküyor.

• Kars’tan, sınır kapısının açılmaya hazırlandığı yönünde açıklamalar geliyor. NATO’nun Ermenistan tatbikatına Türkiye’nin de katılacak olması, bazı Erme- ni medya kuruluşlarınca “Türkiye sınırı açmaya hazırlanıyor” şeklinde yorumlanıyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Teknik olarak, sınırı açmak herhalde çok büyük bir sorun olmasa gerek. Zaten protokollerin içerisinde de var, bu konuyla ilgili komisyonların kurulması. Ufak tefek düzenlemeler yapılıyor. Önemli olan sembolik adımın atılmasıdır. Teknik olarak, o sembolik adım çok kısa sürede atılır. Ama siyasi engellerin kalkması gerekir. Belki Ermenistan’daki arkadaşlarımızın görmesi gereken şey, siyasi engellerin kalkması yolunda Ermenistan’dakilerin bir şeyler yapması gerekliliği.

Eskiden, Kıbrıs sorunu söz konusu olduğu zaman, o sorun bizim sorunumuz değildi, zaten bizim açımızdan sorun çözülmüştü. Öyle olunca da tabii, “Hep başkaları bir şey yapmak zorunda, biz hiçbir şey yapmak zorunda değiliz” diye düşünüyoruz. Aynı hava şimdi Ermenistan’da da var. Ermenistan’da konuştuğumuz arkadaşlarımız “Dağlık Karabağ’da sorun bizden değil, Azerilerden kaynaklanıyor” diyorlar. Ermenistan’dan kaynaklanan birtakım sorunlar da var ve bunu hepimiz biliyoruz. Ama bilmezden geldiğin zaman çözümü de engellemiş oluyorsun. Yavaş yavaş o da Ermenistan’da çözülmeye başlayacak. Bir tabu olan Dağlık Karabağ meselesi de tartışılacak. Zaten kimsenin, hatta Azerbaycan’ın bile, Dağlık Karabağ’ın tamamıyla kendine terk edilmesi gibi bir beklentisi yok. Makul bir çözüm üzerinden anlaşılması gerekiyor. Ben inanıyorum ki, bu alanda bir gelişme, Dağlık Karabağ sorununu barışçıl bir şekilde çözümüne katkıda bulunacak.”

• Ermenistan’da, Türkiye’nin gündeminde ilk maddenin kendisi olduğu gibi yanlış bir algı var. Ermenistan’da Türkiye’den büyük bir beklenti var, ama bu gerçekçi mi?

Tabii ki her şey senkronize bir şekilde gitmiyor. Türkiye bunca gündemin arasında Ermenistan ile yatıp kalkmıyor elbette. Aynı şeyi biz Kıbrıs’taki arkadaşlarımızda da görüyoruz. Kıbrıs’taki meslektaşlarımız zannediyorlar ki, Türkiye bütün gün Kıbrıs’la yatıp Kıbrıs’la kalkıyor.

Tabii, Kıbrıs’ın tek derdi Türkiye. Kıbrıs Rumlarının tek derdi sorunun çözümünde. Aynı şey Türkler açısından da geçerli. Tek dert o, yani en önemli sorun o ve onun üzerinden konuşuyorlar… Ama Türkiye’nin bin tane sorunu var. İran’la imzalanan anlaşma gibi birçok sorun var. Daha global sorunlar var… Mesela bazen medeniyetler ittifakı içerisinde yapılacak olan bir toplantı Kıbrıs veya Ermenistan sorunlarından çok daha önemli olabiliyor. Bu nedenle, ülkelerin durumlarını çok farklı değerlendirmek gerekiyor. Türkiye çok geniş bir coğrafyada, dış politika üretmek zorunda… Ermenistan ve Kıbrıs, çok daha dar ve tek konu etrafında yoğunlaşabilen ülkeler. Bir şeye dikkat etmek gerekiyor. Bu konular fetiş haline gelebiliyor. Böyle olunca da üzerinde tartışılması ve demokratik çözümler üretilmesi zor konular haline geliyor. Bunun tek çaresi temasların artması ve sivil toplum angajmanının gelişmesi.

Şunu da itiraf etmek lazım… Sivil toplum olarak temasa geçtiğimiz zaman Türkiye-Ermenistan konuşuyoruz, başka bir şey konuşmuyoruz. Hâlbuki Kıbrıs sorunu bence Ermeniler açısından çok önemli, ama bunu tartışmak istemiyorlar. Niye? Çünkü Kıbrıs’la bizim karşılaştığımız her türlü problem, yarın Ermenistan’ın başına gelecek.

• Sivil toplumlar arasında son yıllar içerisinde oldukça fazla gidiş geliş oldu. 1500’ün üzerinde sivil toplum yöneticisi ve proje katılımcısı diyalog kurdu. Ama konu hep protokoller mevzusunda tıkandı. Kıbrıs meselesi, Türkiye’deki yöresel-ticari farklılıklar ve daha pek çok konu konuşulmadı. Aslında farklı alanlarda yeni bir talep var. 2011’de iki ülke arasında yapılacak olan sivil toplum projelerinde kadınlar, eğitim sistemi, yenilenebilir enerji ve ekolojik tarım ön planda mesela.

Çünkü aslında ortak projelerin etrafında buluşacak olursak eğer, mesela ben zannetmiyorum ki Türkiye’deki kadınların sorunlarıyla Ermenistan’daki kadınların sorunları birbirinden çok farklı olsun. Yalnız, bir şeyin altını çizmekte fayda var; sivil toplum temasları siyaset üzerinde uzun dönemde etkili olacak şeyler. Yani, bundan 10 yıl sonra toplumun değişmesine yol açabilecek, yardımcı olacak… Ama bizim o kadar zamanımız yok. Onun için, gazeteciler bu işin içerisinde önemli. Çünkü gazeteci gelip de buradaki bir şeyi gördüğü zaman, orada anlatıyor, bütün bunlar bir şekilde topluma mal ediyor.

• Diasporanın rolünü ne olarak görüyorsunuz?

Diaspora bir blok değil. Bazıları süreci destekliyor, bazıları da engel oluyor. Bence diasporanın da bir anlamda ‘eğitilmesi’ gerekiyor. Bir defa, diaspora genelde Türkiye’yi 1915 Türkiye’si olarak tanımlıyor. Onun değiştiğini, kimlik tartışmalarının, demokratikleşmenin resmi bir olgunluğa geldiğinin görülmesi gerekiyor. Türkiye’nin artık soykırım konusunda resmi pozisyonunun bile farklılaştığını, soykırım dendiği zaman 1948 sözleşmesinin ikinci maddesinin algılandığını, insanların öldüğünün kabul edildiğini algılayabilecek bir metodolojinin geliştirilmesi gerekiyor. Bunun için de, bizim şu anda Ermenistan ile yaptığımız işbirliğinin diaspora üzerine de yavaş yavaş geliştirilmesi gerekiyor. Onları da bu işin içine çekebilecek olursak, o zaman çok daha sağlıklı ve uzun dönem bir ilişkinin gelişmesine katkıda bulunabiliriz.

Sadece diplomasiden bahsetmiyoruz. Aynı zamanda Türkiye’nin ve Ermenistan’ın demokratikleşmesine katkıda bulunabilecek olan bir süreçten bahsediyoruz. Eğer bu düşman imajını yıkacak olursak, mesela soykırım meselesini tartışmak çok daha kolaylaşacak.

“Düşman imajını yıkarsak soykırımı tartışmak daha kolay olacak”

• Diplomatlar ve bürokratlar gidip geliyor, sivil toplum diyalog arıyor, ama yine de sorunlar sürüyor. Süreç nasıl daha hızlı işleyebilir?

Bence basın önemli. Basın mensuplarının aralarındaki temasların artması önemli. Protokollerin tartışılacak tek konu olmaktan çıkarılması gerekli. Ama birilerinin diplomaside engel çıkartacak sorunların aşılması için birtakım faaliyetler yürütmesi de gerekiyor. Bu ‘grassroots’ (taban) dediğimiz kesimlerin yüksek politika alanında deneyimli ve bilgili olmaları çok önemli. Çünkü protokoller imzalandıktan sonra da birçok sorun çıkacak. Ve o sorunların çözülmesi için de birilerinin yaratıcı çözümler üretmesi gerekiyor. Bunlar olduğu zaman yeni kapıların açılması mümkün oluyor. Bazen yanlış anlaşmalar sorunlara yol açabiliyor. İşte bu tür ‘second track’ (ikinci yol) tarzı toplantıların yapılmasıyla bu sorunlar aşılacaktır. Diplomasiyi bir makineye benzetecek olursak, sivil toplum o makineye bu tür toplantılarla yağ sıkan araçtır. Üçüncü taraflar, iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesine destek vereceklerse, sivil toplum temaslarına para ve kaynak aktarmak zorundalar. Hatta bana kalırsa, Türkiye Devleti de resmi olarak Ermenistan’la geliştirilecek ilişkilerde yapılacak programlara kaynak aktarmak zorunda. Aynı şey Ermenistan açısından da geçerli.