Karin Karakaşlı Hrant’lı Agos’u Anlattı

[ A+ ] /[ A- ]

Elif Akgül
Bİanet

Gazetenin kuruluşundan itibaren Hrant Dink ile birlikte gazeteyi çıkaranlardan Karin Karakaşlı ile Agos’u, ve Dink olmadan geçen 10 yılı konuştuk.

Karin Karakaşlı, 1996’da başladığı Agos serüvenini 2006’ya kadar sürdürdü. Kısa bir aralığın ardından 2012’de yeniden gazeteye döndü. “Üvercinka” isimli köşesini sürdürüyor.

Karin Karakaşlı, Dink ile birlikte geçen 11 yılı “masalsı bir anı” olarak hatırlıyor.

“Biz çok gülen insanlardık. Bir takım erdemlerin hala kıymetinin olduğu, hala geçerliğinin olduğu zamanlardı” diyen Karakaşlı, cinayetle başlayan sürecin ardından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını, hissettirmediğini anlatıyor.

Karin Karakaşlı Hakkında

1972’de İstanbul’da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesi’ni ve Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu Mütercim Tercümanlık Bölümü’nü bitirdi.

İlk kitabı “Ay Denizle Buluşunca” 1997’de yayımlandı.

1998’de Varlık Yayınları’nın Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü, 1994’te Gençlik Kitabevi Öykü Yarışması’nda üçüncülük, 1995 Gençlik Kitabevi Öykü Yarışması’nda birincilik kazandı.

Anita Brookner’den Özel Bir Görüş (1997) ve Péter Esterházy’den Hrabal’in Kitabı (1998) romanlarını çevirdi, öykü ve makaleleri Sel Yayınları’nın Kadın Öykülerinde İstanbul, Kadın Öykülerinde Avrupa ve Kadın Öykülerinde Doğu kitapları başta olmak üzere çeşitli antolojilerde yer aldı. Şiir kitabı Benim Gönlüm Gümüş (Aras Yayıncılık) 2009’da; yeniden gözden geçirilen gençlik romanı Ay Denizle Buluşunca ve çocuk kitabı Gece Güneşi 2011’de (Günışığı Kitapları) yayımlandı.

Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel’le birlikte Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009) başlıklı araştırma kitabını hazırladı.

1996-2006 arasında Agos gazetesinde editör, köşe yazarı ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı, 2012’de Agos’a geri döndü, hala köşe yazmaya ve genel yayın yönetmeni yardımcılığı yapmaya devam ediyor.

Bir Platform Olarak Agos…

11 yıl Agos’ta Hrant Dink ile birlikte çalıştınız. Hrant Dink ile nasıl tanıştınız?

Ben aslında dördüncü sayıda dahil oldum. 23 yaşındaydım o zaman. Basın yayın mezunu değilim. Gazetecilikle de uzak yakından da bir ilgim yoktu.

Bir öykü yarışması düzenlenmişti. Tamamen kitap evleri üzerinden bir öykü yarışmasında ödül almıştım. Bir Ermeni kız ödül almış diye benimle daha gazete ortada yokken benimle görüşmek istedi. Bu anekdot aynı zamanda onun hem hayata karşı duruşu, hem gazetede yaptıkları açısından bilgi veriyor.

O heyecan, o bilme isteği, birilerini bir yerler için düşünme, özellikle gençlere olan ilgiye dair pek çok ipucu bulunabilir bunun içinde. Sonra onlar bir grup gönüllü diyeceğim o sırada gazetenin çalışmalarına başlamışlar.

Bana da bir Türkçe-Ermenice haftalık gazete hazırlıkları içinde olduklarını zamanı geldiğinde bir söyleşi yapmak istediğini vs söylemişti. Yıl daha 1995’ti, 1996’da da gazete kuruldu.

Agos Nasıl Ortaya Çıktı?

Öncelikle gazetenin ortaya çıkış gerekçeleri yine o dönem bir fotoğraf üzerinden bakmak lazım. O dönem, Türkiye Ermenileri patrikhanesini PKK ile işbirliği içinde gösterme gibi bir anti kampanya vardı. Patrikhane bundan çok muzdaripti. Ve her zaman yaptıkları üzere basından belli kişileri davet ederek yemekte ağırlamak, onlara durumu anlatma yolundaydı.

Bu sırada bir grup çıkıp “Bu böyle olmayacak yani her seferinde biz kendimizi mi anlatacağız, madem öyle biz bir yayın organı kuralım. Ağırlıklı dili de Türkçe olsun. Dolayısıyla aslında topluma dönük iletişim içinde olma isteğimiz gözüksün. Ve kendi derdimizi kendi sesimizden anlatalım” kararını vermişler.

Nitekim kuruluş felsefesi içinde bu bakış açısı çok egemendi. Yani kendi sesimizi Türkçe’de topluma aktarmak bu özellikle tabi devletin çok sistematik Hıristiyan azınlıklara, Ermenilere dönük politikalarının sebep olduğu bütün sıkıntıları gündeme getirip işbirliği talebinde bulunmak içindi. Aynı zamanda da kültürü, tarihi, bütün birikimini paylaşmak anlamına da geliyordu.

İkinci olarak 1915 sonrası Ermeni toplumunun tüm varlığı Anadolu’dan büyük ölçüde silindiği, kiliseler ve okullarla birlikte her şeyiyle ortadan kaybolduğu için, Ermeni olduğu halde ana dilini öğrenme durumu olmayan pek çok kişi vardı. Onların arasında iletişimi sağlamak, gerek diasporada, gerek Türkiye’de buradan bir sosyal dayanışma devşirebilmekti amacımız.

Üçüncüsü de büyük kültür birikimini paylaşmaktı. Agos bunlarla yola çıktı. Azınlıkların da vatandaş oldukları ülkede çok daha eşit gerçek anlamda vatandaşlara dönüşebilecekleri gibi bir misyon üstlendi. Yine zaman içinde Türk ve Ermeni haklarının birbirini anlaması için bir platform olup tarihçinin, siyasetçinin ve sıradan halkın sözlü tarih birikimine yer veren bir yer oldu. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin kapalı sınıra rağmen gelişmesi için gayret gösterdi. Bunlar biraz gazetenin “bildirimi misyonunu” aşan, daha çok platform olma haliydi.

Keza yine aynı dönem, Hrant Dink ismi, gazeteden bağımsız olarak da verdiği mücadeleyle zaten kamuoyunda çok bilinir hale geldi. Bunlar, şimdi benim geriye dönük olarak mutlu zamanlarım olarak hatırladığım, biraz da masalsı, uzaklarda kalmış naif yıllar.

“Bu Nasıl Bir Ermeni?”

Hrant Dink İle Birlikte Çalışmak Nasıl Bir Deneyim?

Gerçekten özü sözü, varlığı, özeli geneli bir olan bir insandan bahsediyoruz. Hepimiz çok farklı alanlardan gelen ve aslında basın deneyimi olmayan insanlardık. Tamamen el yordamıyla gidilen, sürekli yapa ede öğrendiğimiz ve ilişkilerinde herhangi bir hiyerarşik düzlem içermeyen, birlikte var etme, birbirinden öğrenme hali içeren bir süreçten bahsediyorum.

Hrant Dink aynı zamanda Agos’a gelene kadar genel Ermeni tipolojisi içinde çok farklı bir sol siyaset deneyimine de sahip bir insandı. Dolayısıyla ben ondan bugün hala benzerine rastlanmayan bir usta-çırak ilişkisiyle çok şey öğrendim.

Onu ilk gördüğümde, o heyecanını, tanımadığı bir insan için duyduğu mutluluğu, gururu gördüğümde “Bu nasıl bir Ermeni” demiştim. Yani rastlaya geldiğim, o zamana kadar bildiğim kendi kuşağım ve büyüklerimden çok farklıydı.

Bugün varlığını büyük emekle Ermenice olarak sürdüren günlük iki gazete var. Onun dışında kimi daha popüler olmak üzere ara ara dergiler de çıktı. Ama onun yaptığı, ilk kez muhalif, kimi çevreler için çok rahatsız edici, provokatif bir yayındı. Ve Ermeni olarak Türkiye’de buna cüret etmek çok yeni bir şeydi.

Tabi ki dönemin ruhu denilen bir şey var. 90’ların eseridir Agos. Cumhuriyet tarihinde, tabi ki Kürt siyasi hareketinin mücadelesinin yarattığı bir heyecan üzerinden, Ermenilerin ilk kez bu kadar kendi kabuklarında etliye sütlüye bulaşmadan yaşama pratiğinden çıkıp görünür olma, mücadele etme pratiğini ortaya koyan Hrant Dink’tir.

1940’lardaki bir kuşağımızın son mücadelesini bir yana bırakıyorum. Biz gençler için de inanılmaz bir rol modeldi. Keza dediğim gibi yani aynı şekilde öldürülüşü de yine Ermenilerin kendi içinde yeni kuşaklar açısından koca bir Türkiye içinde pek çok insanın tavrını, duruşunu, hayatını dönüştürdü.

“Nereden Mücadele Ediyorsa, Oradan Vuruldu”

2007 Öncesi Süreci Nasıl Hatırlıyorsunuz?

Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçe’nin, ilk kadın Türk savaş pilotu olarak geçen Sabiha Gökçen’in kökenlerinin Ermeni olabileceği yönünde bir takım veriler içeren bir haber gelmişti. Hrant Dink bunu haberleştirdi.

Haberleştirirken de aslında hem Sabiha Gökçen vasıtasıyla sadece ölenler ve öldürülenler üzerinden değil; kalanları, sayılarını hiç bilmediğimiz, kimisi zorla Müslümanlaştırılmış kimi Müslümanlaşmış Ermenileri de gündeme getirerek başka bir konuşma kanalı bulmayı ümit etti. Hepimiz de bunu ümit ettik açıkçası.

Ama bu aynı zamanda tabi çok büyük bir tabuya dokunmak olarak algılandı. O dönemde başlayarak büyük bir hedef gösterme kampanyası çok bilinçli olarak yöneltildi. Ama işin basın ayağı Sabiha Gökçen haberi üzerinden yürütülmedi. Hrant Dink’in Ermeni kimliğini konu alan o sekiz bölümlük yazısında cımbızlanan bir cümle üzerinden “Türk kanına zehirli diyor” gibi bir garabet suçlamaya dönüştürülerek ve onla yaftalanarak yürütüldü. Bunun seçilmesi de tabii manalıdır. Nereden mücadele veriyorsa, esas derdi neyse, tam oradan vurmak devletin muhaliflere dönük her daim uyguladığı bir siyasetti.

Dink Tedirginliğini Yazmıştı, 19 Ocak Günü Olay gerçekleştiğinde Siz Neler Olduğunu Tahmin Ettiniz Mi? Nasıl Haber Aldınız?

Benim en büyük kabusum bile böyle bir senaryoyu içermezdi. Ben epey gafil avlandım. Tabi kimsenin kendini kandırma lüksü yoktu. 2005’ten beri aşamalarla artan bir süreçti. Kaçınılmaz olarak hep beraber gördüğümüz, yaşadığımız tehditler, linç halini alan duruşma sahneleri…

Hrant Dink herhangi bir yere davet edildiğinde bile mutlaka sunumun “Türklüğü tahkirle tezyiften altı aya mahkum edilmiş olan Ermeni gazeteci Hrant Dink” olarak başlaması. Bunların hepsi birer göstergeydi.

O çok ileri görüşlü bir insandır ve muhtemelen yakınlarını korumak için paylaşmadığı çok daha yakın tehditler de olmuş olabilir. Bunun fikriyle oynuyorum yıllardır. Ve yalnızlaşmak pahasına bunları da sırtlamıştır. Ve sonuçta o iki yazıyı bize aslında bir nevi miras olarak bıraktı.

Hayatın akışı çok tuhaf. Vaktin var zannediyorsun. Ben o Cuma günü yayınlanan yazıdan Çarşamba haberdar olduğumda, “Bunu sana yazdıran nedir, bilmediğim bir şeyler mi var” diye bir soruyu sorabileceğimi düşünmüştüm. O soru ve geriye kalan her şey benden çalındı.

“Eski Binayı, Agos’u, Hrant Dink’i ve Sarkis Seropyan’ı Özlüyorum”

Cinayetin Ardından Agos’ta Neler Değişti?

Ben 2006’da zaten Agos’tan bir süreliğine ayrılmıştım. Dolayısıyla 2007 – 2012 dönemi için şahsen söyleyebileceğim çok bir şey yok. Ben Etyen Mahçupyan döneminde Agos’ta yer almadım. Bir dönem için köşemi açtım. Orada paylaşmak istediğim bir şeyler vardı.

Ondan sonra da zaten Etyen Mahçupyan tarafından yazılar da durdurulduğunda benim için 2012’ye kadar Agos’a dair emeğimle bulunduğum bir süreç söz konusu değil.

2012’de Rober Koptaş’ın döneminde tekrar geldim. Agos’un bu dönemini eskisiyle kıyaslamak çok güç. Bunda hem sosyal medyanın ortaya çıkması, teknolojik gelişmeler, zamanın hızın inanılmaz hallere gelmesi gibi çok somut veriler, hem Türkiye’nin yine tarif edilemez hallere bürünmesi var.

Ben eski bina da dahil olmak üzere Agos’u, Hrant Dink’i inanılmaz özlüyorum. Dolayısıyla yas dönemine başlamamış bir insan bile olabilirim. Sürekli bir dönemi, bir insanı, bir de en az onun kadar bana emeği geçen Sarkis Seropyan’ı özlüyorum. Bu iki insanı özlemek, o zaman şükretmek, o zamanın tornasından geçmiş olmayı nimet saymak gibi bir haldeyim.

Ama bugün bulunduğum yerde bana o dönemi hatırlatan hiçbir şey yok. Sadece içinde bulunup bir görevi yerine getiriyorum. Hiç de kolay olmuyor.

Biz çok gülen insanlardık. Bir takım erdemlerin hala kıymetinin olduğu, hala geçerliliğinin olduğu zamanlardı. Gerçekten hafif masalsı, biraz da Hababam sınıfının Türk sinema tarihindeki yeri gibi bir halden bahsediyorum. Giderek böyle hissediyorum tabii. Ortam, siyaseten ve insan ilişkileri açısından hoyratlaştıkça bendeki duygusu artıyor. Ama bir yandan da çok gerçekçiyim.

Şimdiki Agos’un, bütün bu gazeteciler keyfi olarak gözaltındayken, tutukluyken, akademisyenler akademi dışında her yere doğru itelenmişken, milletvekilleriyle, siyasetçisiyle bir parti bir irade susturulmuşken ve hayat hiçbir şey yokmuşçasına da normal gibi devam ettirilirken gücünün yettiği kadar muhalif bir yapı, yer, bir kanal olma göreviyle var oluyor.

“Doğrudan Toplumsal Travması Olmayan Tek Kuşaktık”

Cinayetin Ermeniler Üzerindeki Etkisi Ne Oldu?

Biz Türkiye Ermenileri içerisinde doğrudan toplumsal travması olmayan belki ilk kuşaktık. Toplumsal travmalardan kastım 1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, ASALA’nın saldırılarının yarattığı iklim gibi. Tabii 1915’i ayrı bir yerde tutuyorum.

Dolayısıyla, 2002 döneminde çıkıp ailelerimize “Biz şimdi sorular soruyoruz. Hep beraber bütün arkadaşlar, Türkü, Kürdü, Ermenisi birlikte cevaplar arıyoruz” diye atıp tuttuğumuzu hatırlıyorum. 2007 buna büyük bir şamar oldu.

Ama aynı zamanda yine bunu da herhalde Hrant Dink’in varlığına borçluyuz. Onun kadar öldürülüşüyle dahi yan yana getiren ve şifası birbirinde aranan bir ortaklığa dönüştüren herhalde çok az şey var. Bunu ben sadece onun büyüsüyle açıklıyorum.

Ermeniler özelinde konuşacak olursam o tarihten beri süregelen bir “biz artık kaybedilebilecek her şeyi zaten kaybettik, korkmak nereye kadar” diyip kimliğiyle ön plana çıkmayı tercih eden yeni genç isimler oldu. Bir de iyice tekrar kabuklarına çekilen “dememiş miydik size” diyip daha kendi küçük dünyasına çekilen kesimler oldu. Böyle bir yarılmadan bahsedebilirim.

Cinayet Geniş Toplumu Nasıl Etkiledi?

19 Ocak 2007’nin gazeteden bağımsız ve hatta Ermenilerden de bağımsız olarak Türkiye için bir milat olmuş olduğunu söylemek abartı olmaz. Son büyük şaşkınlıklarımdan biri, gerçekten o yüz binleri sel halinde kilometrelerce yürürken gördüğüm haldi. Bunu örgütleyecek herhangi bir yapı yoktur mesela. Refleksif bir şekilde halktan çıkan bu tepki sadece Hrant Dink’in katlinden dolayı duyulmuş olan üzüntüyle açıklamak da yetersiz olacaktır. Elbette bu büyük bir tetikleyiciydi. Ama aslında herkesin kendi yaşadığı acıyı da, haksızlığı da alıp oraya gelmişti.

Yine bir 19 Ocak anmasında, Hrant Dink adını Ermeni soykırımının tanınmasıyla aynı noktada birleştiren pankartların açıldığını hatırlıyorum. Keza ilk yıldaki “Hepimiz Ermeniyiz” sözüne verilen tepkiyi de bir kez daha kayda geçirerek hatırlıyorum bunu.

Dolayısıyla onun davası da bir türlü bitirilemeyen davası da garip bir şekilde Türkiye’nin ne yol seçeceğine dair bir şeylerin göstergesi.

Hrant Dink davası, gerçekten devletin her kesimiyle ilgili her kesimini ifşa edecek şekilde adaletle kavuşturulabildiği bir ülke, bugün biraz önce de devamlı sayıp durduğum o sistematik kötülüğün esamesinin okunmayacağı, keza tarihe dönük olarak da soykırımın kabulünün söz konusu olmuş olduğu bir ülke olurdu. Tam tersi de geçerli. Bunların olmuş olduğu ülkede de Hrant Dink cinayeti en azından adalete kavuşturulmuş olurdu.

Dava için gerek hukuki gerek sahipleniş açısından verilen emekleri çok önemsiyorum. Ama sonucuna dair iyimser olma lüksüm fazla yok. Dediğim gibi benim o hayalimdeki ülkeye giriyor. Ben o ülkeyi kaybedeli epey oluyor