‘Ölüme Kıl Payı’

[ A+ ] /[ A- ]

Cihan ERDOĞAN
Koxuz.org

Belge Yayınları’ndan çıkan Hampartsum Çitçiyan’ın yazdığı anı romanı okumaya başladım. Dersim yöresinde daha doğrusu Peri Nahiyesi ve civarlarında yaşayan Ermenilerin başlarına gelenleri 90’lı yaşlarına merdiven dayayan Hampartsum Çitçiyan bu yaşananlar suya yazılmamalı diyerek kaleme sarılıp hatırladıklarını kendi sade diliyle anlatmaya çabalamış. Kitabın detaylarına girmeden Belge Yayınları ve sayın Ragıp Zarakolu’na bu gibi eserleri ardı ardına bizlere ulaştırdığı için teşekkürü borç bildiğimi söylemeden geçmeyeceğim.

1915’e doğru, Peri’de sekiz yüz Ermeni, birkaç da Kürt ailesi yaşıyordu. Ermenilerin yaşam standartları,Türklerinkine nazaran çok daha yüksekti. Zanaatkar, meslek erbabı, tüccar, çiftçi ve üretici kimselerdi. Ermenilerin işyerlerine ve evlerine münferit saldırı ve yağmaların ardındaki sebep tamda budur. En nihayet 1915 yılı gelip çatmış ve herşeye el koymaya ve Ermenilerin eseri olan ilerleme ve gelişmeleri sona erdirmeye karar vermişlerdi.

İlk kilise muziğini icad edip güçlendiren Ermenileri ne yazık ki Tanrı da terk etmişti. Yalnız Tanrı değil her ağızlarını açtıklarında insan hak ve özgürlüklerinden dem vurmadan edemeyen dünyanın süper güçleri de elleri kılıçlı olanların yanına geçip kırım ve kıyımı seyretmeye başlamışlardı.

Babam, dualarımıza şu sözlerı tekrarlayarak son verirdi. ‘Tanrı istemezse yaprak kımıldamaz.Tanrı’nın kapısını çalın. Açacaktır. İsteyin verecektir.!!’

Oysa Tanrı hiç bir şeyi görmüyor veya anlamlandıramıyordu.

Enver paşanın ihtişamlı çalışmaları sonucu Ermeni’ler silah altına alınacak, askere gönderileceklerdi. Bu demekti ki katliamın eli kulağındaydı.

Okulun çanları çalındı ve büyük erkek çocuklar kiliseye koştular. Az evvel Protestan kilisesinde olanları öğrenince hepimiz dehşete düşmüştük. Muhterem Asador Nigoğosyan’ın cesedi kanlar içinde bulunmuş, kafatası ezilip parçalanmıştı. Aynı şekilde kendisi de vahşi saldırıya maruz kalan ama kasten sağ bırakılan bir diğer komşumuz da cesedin yanı başındaydı. Başımıza geleceklerin canlı bir tanığı olması için mahsus sağ bırakılmıştı. Muhterem Peder onların gazabına hunharca kurban gitmesine tanık olduğum ilk Ermeni’ydi. O günden sonra ne erkek öğretmenimizi, ne müdürümüz, ne de Meşhedi Avedo’yu bir daha hiç görenimiz olmadı.

Olan bitenler babamı çok şaşırtmıştı. Ne örgütlü ne de hazırlıklı olmadığımızdan, İttihatçıları kışkırtmaya hazır olmadığımızı biliyordu. Durmadan şu sözü tekrar ediyordu: ‘Dikkatli olmazsak, başımızı yakacaklar!’. İş yaparken, kendi kendine sürekli şarkı söylerdi. Ses tonundan ne kadar üzüldüğünü ve endişeli olduğunu anlardık. En büyük iki oğlunu Amerika’ya yollamaktan gayrı elinden bir şey gelmemişti.

Kabarası üzerine var gücüyle vurup, kumaşlar üzerindeki desenleri renklendirirken, bir yandan da şarkısını mırıldanırken hüzünlü ses tonunu daha dünmüş gibi his ediyorum.

‘Lir çalsın tüm dünyaya duyursun,
ölümcül yaralı, mazlum Ermeni’nin acısını.
Yüreğin kanar, kötülük görürken ağla
ama diş bilemeyi de unutma
Karıştı göz yaşımız döktüğümüz bunca kana
Torunlarımız çektiğimiz acıyı unutacak olursa
Ermenilerin yüzüne tükürsün tüm dünya….’

Ertesi gün Mardiros Ağa, ‘Sakın Peri’ye gideyim deme! Bütün herkesi döve döve öldürdüler. Cesetlerini ibret olsun diye ahaliye teşhir ettiler. Hepimizi öldürecekler! Silah arıyorlar. Dönme sakın. Seni de öldürürler.’ dedi.

Bu kötü haber babamı alt üst etmişti. Hangi tanrı insana böyle acı yaşatırdı ki?

İki gün sonra babam sopasıyla kapımızı çaldı. Daha içeri girip mintanını çıkarmadan jandarma gürültüyle kapımızı çalmaya başladı. İçeri girer girmez itirazsız bir şekilde babamı alıp gittiler.

Birkaç gün sonra demirci dükkanına yaklaşırken, bir daha hiç aklımdan çıkmayacak olan çığlıklar ve yalvarma sesleri işittim.
‘Lütfen, Tanrı adına, lütfen artık vurmayın!’. Bağıranın babam olduğunu dehşet içerisinde fark ettim. Hemen binanın kapısına koştuk. Nöbetçiye ‘Çitçiyan’ın oğluyem’ dedim. Nöbetçi içeri girdi ve babamı kapının arkasına kadar getirdi, ama kapıyı açmadı. Birbirimizi göremiyorduk.

Ne acıklı bir manzara! Ne içler acısı bir hatıra!

Kapalı kapının öbür yanındaki babam acı içinde inleyerek bize ‘Lütfen bana birazcık kanyak getirin ve yüz parça kumaşın hepsini Kuru Hüsso’nun evine götürün’.

Kaspar’ı babamın yanına bırakıp babama kanyak getirmek için tabana kuvvet eve koştum. Yolu tam yarılamıştım ki bugün bile aklıma gelince hala tir tir titrediğim bir manzarayla karşılaştım! Ömrümde hiç görmediğim, aklımın ucundan bile geçiremeyeceğim kadar korkunç bir görüntüydü. Ruhu olan bir insan böyle birşeyi nasıl yapabilirdi? Yolumun sağında Gamar Çeşmesi’nin su kaynağı olan kanal akıyordu. Kanalın ortasında genç bir adam vardı. Hala yaşıyordu ama aklını yitirmiş gibiydi. Dayanılmaz çığlıklarından tarifsiz acılar içinde kıvrandığı anlaşılıyordu. Sırt derisi omuzlarından beline dek sıyrılmış, aşağı sarkıyordu. Hızlı akan suyun yaralarına çarpmasıyla çektiği acı katmerlensin diye bilerek oraya atılmıştı. ‘Silahınız varsa, devlete teslim edin! Aynısı başınıza gelmesin’ diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Hemen aşağıya doğru bir yerde Vartik Bacı’nın gelininin vahşi işkencelerle katledilmesi de bu zamana rastladı. Kocası Amerika’ya kaçınca, kayın validesinin himayesinde kalmıştı. On beş-on altı yaşlarında, bir kaç aylık hamile güzel bir kızdı.
Ermenilere karşı kanunsuz ve olaylara gebe ortamı fırsat bilen bir eşkıya, kızcağıza göz koyup evine kaldırmıştı.

Çok geçmeden,aynı kıza göz koyan bir başkası daha ortaya çıkmıştı. Kızın kimin olacağı konusunda anlaşamadıklarından, ikisi bir olup zevk için kızcağızı paramparça etmişler. Rahmini yarıp cenini içinden çıkarmışlar. Minicik cenini bir sopaya geçirip aleme, özellikle de silahlarını teslim etmeyen Ermenilere ibret olsun diye Göl Çeşmesi’nin önüne attıkları annesinin cesedinin yanına dikmişler.

O zaman Tanrı neredeydi? Bu olup bitenlerin sebebi neydi? Babam ne zaman eve dönecekti?

On dört yaşımda, olan bitene anlam veremiyordum. Ne değişmişti? Ne olmuştu da, bu acımasız hükümet böylesi iğrenç bir mezalime yeltenmişti?

Tanrı istemezse yaprak kımıldamaz diyen babam şimdi kayıptı.

Üvey anam, Ağavni hala, Marinos hala, Mazgirt’ten Amerikaya gitmek için güvenli yerlerde kaldıklarını sanıyorlardı. Bir süre sonra, çoğu köylünün Peri’den biraz uzaktaki Kazandere köyüne ve vadideki çok büyük geçit olan Gahtzahin Tsor’a insafsızca sürüldüklerini öğrendim. Bebeklerden hayatının son günlerini yaşayan ihtiyarlara kadar bu masum canlar hep birlikte, son nefeslerini vermiş, ölenlerin parçalanmış cesetleri ve can çekişenler uçurumdan atılmış. Kurbanların bazıları kendilerinden önce ölenlerin mezarını kazmış! Sadece eşkıyanın göz koyduğu güzel genç kızlar sağ bırakılmış. Bu bahtsız kızlardan biri de benim bacım Zaruhi’ydi.

Birkaç gün içerisinde bizimle ilgili niyetlerini yavaş yavaş anlamaya başlamıştık. Bilinçli bir şekilde bizi Müslümanlaştırma planlarını uyguluyorlardı. Türkleştirilecektik, ilk işleri Ermenice isimlerimizi Türkçe isimlerle değiştirmekti. Benim ismim Rüştü, Kaspar’ın ki Raşit, Kerop’un ki Hamdi ve Nişan’ın ki de Naim olmuştu.

Daha sonra artık Ermenice konuşmamamızı emrettiler. Israrla yanlızca Türkçe konuşmamızı istiyorlardı. Okulda yabancı dil olarak Türkçe öğrenmiş olmamıza rağmen, hiç Türkçe konuşmamıştık. Bu korkunç koşullarda, Türkçe konuşmayı ne hızla öğrendiğimizi anımsıyorum. Beni daha çok şaşırtan, sevgili anadilimiz Ermenice’yi konuşmayı hızla ve bilinçsizce unutmamızdı. Altı yıl daha bu travmayı yaşayacaktım. Bu büyük kayıp neredeyse ailemizden birini kaybetmek kadar önemliydi.

Ama daha konuşmayı yeni öğrenen küçük çocuklara böyle bir yasak çok sertti. Bağımlı oldukları sevgili ana-babalarını hâlâ arayan ve özleyen bu küçük çocukların yaşadıkları travma, zaten gerçekçi olmayan talepleri yerine getirmelerine engeldi. Özellikle ‘Mayrig’ (Anne) ‘Hayrig’ (Baba) diye ağlayan körpelerin yüzlerine inen sert tokatları hatırladığımda, kimi zaman acı acı ağlamaları, kimi zaman korkuyla iç çekişleri hala yüreğime oturuyor. Büyük çocuklar ağlayanları susturup Türkçe ana ve baba dedirtmek için çırpınıyorlardı.

“Hürriyet adalet, müsavat—yaşasın millet
Osmanlıyız, kardeşliktir, ananemiz ezeli
Bir vatana canlar kurban
Osmanlıyız kardeşliktir, ananemiz ezeli”

Bu satırları ezberlemekle kalmayıp, günde birkaç kez tekrarlamak zorundaydık.

Değiştirmeye çalıştıkları son şey Hırıstiyanlığımız oldu. Türkçe şu sözü ezberleyip tekrarlamamız gerekiyordu.

‘La ilahe ,Hamdullah, Haktır Mehmed resulullah’

Beni yanında saklayan Kör Memo’nun iyiliklerini unutamam. Bir sabah Kör Memo ile birlikte bir ziyaret için Karşıkonak köyüne gitemeye karar verdik. Yolun yarısında, Malahin Tsor’da insanın görüp görebileceği en vahşi manzarayı gördüğümde şok oldum. En iğrenç biçimlerde katledilmiş, organları kesilmiş yüzlerce Ermeni cesediyle karşılaştım. Erkek-kadın, yaşlı-genç, bebek, çocuk ayrımı yapılmamış, kimsenin canı bağışlanmamıştı. Cesetler etrafa dağılmış, toprağın üzerini kaplamış ya da üst üste yığılmışlardı. Koyak ve Peri Suyu’nun iki yakası da cesetlerle kaplıydı. Her adımımda, çürüyen cesetlerin insanın burnunun direğini sızlatan kokusunu daha derinden hisediyordum.

Kevork Noryan’a rastladım. Suratındaki tek yaşam belirtisi, kalan tek gözüydü. Gözü açıktı ve bana sabitlenmişti. Yaşadığı korku ve dehşeti yansıtıyordu. Ağzı, burnu ve diğer gözü oyulmuştu.

Tanrı neredeydi?

Kör Memo gitmemiz gerektiğini söyleyerek beni çağırdı. Kendi kendine Allah kahretsin bu alçak herifleri diyerek beni de teksin etmeye çabalıyordu. Bunca zulümden sonra artık buralarda bu topraklarda kalamazdım.. Bir Kürt kafilesiyle İran’a giderken öldürüleceğim endişesiyle firar ettim.

Kürtlerin bana söylediği hiç aklımdan çıkmadı. İran’a geçişimin daha kolay ve güvenli olacağını hissettim. Uzun meşaketli yolculuklardan sonra Tebrize vardım. Bu açlık ve sefalat günlerinden sonra da Suriye yolu gözüktü. Gün boyunca zamanımın çoğunu tren istasyonunda ve Hokey Dun’da gezinerek geçiriyordum. Sadece birkaç kişinin kaldığı Hokey Dun tüm Ermeni faaliyetlerinin merkezi ya da ekseniydi. İnsanların buraya temel geliş nedeni, sevdikleri ve dostlarıyla ilgili bilgi almak ya da Ermeni göçmenlerin durumlarıyla ilgili en son haberleri öğrenmekti.

Bir gün tek başına Hokey Dun’a doğru yürürken, bir kadın beni tanıdı. El sallayarak adımı seslendi. ‘Hamparsum! Hampartsum!’. İçimi baştan ayağa bir sıcaklık kapladı. Ermenice ismimi söyleyen Peri’li tanıdık bir ses duyunca içimi memleket hasreti kaplamıştı. Kadını ancak yaklaşırken tanıyabildim. Bu benim için hoş bir sürpriz olmuş hem sağ kurtulan başka Peri’lilerin olduğunu bu vesileyle öğrenebilmiştim.

Biraz hal hatır sorduktan sonra, ruh hali değişen kadın bir anda gözyaşlarına boğuldu. Yıllar önce bir seferinde Hokey Dun’da kız kardeşim Zaruhi’yi görmüş. Ama bu son görüşü olmuş. Ondan bir daha haber alamamış. Bu kadınla karşılaşması Zaruhi Halep’e ulaştığında olmuş. Zaruhi, ona babası ve ailesine ne olduğunu anlatırken perişan bir haldeymiş. Zaruhi, hikayesini anlatmaya başladığında bile, yürek paralayan bu acı öyküyü sona erdirmeyecek olduğu açıkca ortadaymış. Bayılıp yere düşmüş. Hokey Dun’da sağlık görevlileri koşup onu götürmüşler. Bu yüzden, kadın bana sadece onun anlatabildiği kadarını anlattı.

Babam üç erkek kardeşimle birlikte beni Türk okuluna bırakıp döndükten sonra, üvey annemi, kızı Marinos’u ve üç kız kardeşim Zaruhi, Sultan ve Yeranuhi’yi almak için eve gitmiş. Arkalarında kişisel eşyaları ve evlerini bırakarak Peri’den zorunlu tehcire tabi tutulan diğer komşulara katılmışlar. Tehcirin zorluklarına göğüs gerebilecekleri hazırlıkları yapmaları için süre verşilmemiş. Peri Suyu kıyısına ulaşır ulaşmaz, babam o sırada henüz on altısında olan kız kardeşim Sultan’a daha rahat bir şekilde ölmesi için kendisini suya atmasını söylemiş. Kızın kolu sakat olduğundan, eşkıyanın onu tecavüz ve işkence ettikten sonra kesinlikle öldüreceğini düşünmüş. Güzel bir kız olmasına rağmen, kimsenin onu kendisine eş olarak almayacağına inanıyormuş. Babamın paltosoundaki kurumuş kan lekelerinden, zaten ona ne yaptıklarını anlayan Sultan, kendisini hemen Peri Suyu’nun dalgalarına atmış.

Kız kardeşimin ruhuna acı içinde dua ettikten sonra, aile diğerleriyle birlikte yürümeye devam etmiş. Palu’ya yaklaşırlarken biri üvey annemi kaçırmaya kalkışmış. Bu sırada babamın durdurmaya çalıştığı adam, babamın kulaklarını kesmiş.

Bildiğimiz kadarıyla, bunlar Zaruhi’nin son sözleriymiş. Göz yaşları sel olup akarken bayılıp kalmış. Besbelli ki tükenmiş bedeni ve perişan ruhu daha fazla dayanamamış. Diğerlerini yakalamış olan ölümden nasıl kaçtığını ya da tek başına Der Zor Çölü cehennemini yürüyerek nasıl aştığını hiç bilemeyeceğiz…

Bernard Russel başkalarının tarihini kendi tarih sayfalarımızdan okuyacağımıza onların trajedilerinden okuyarak daha çok gerçeğe yaklaşacağımızı söylüyor. Bizler de yıllarca yalan yanlışlarla böbürlenip şişirilen tarih sayfalarından ziyade bu gibi eserleri okuyarak karanlık tarihimizin karanlık dehlizlerinde küçücük mum ışıkları da görmüş oluyoruz.

Hampartsum Çitçiyan’ın Ölüme Kıl Payı anı romanını okuduğunuzda tüyleriniz diken diken olup kendi yalan tarihinizle kesinlikle yüzleşeceksiniz.